ESİR ASLAN
Güneşin altın ışıkları zaman zaman bulutlar arasından süzülüp yerde
siyah beyaz motifler oluşturuyordu. Ara sıra esen rüzgar zaten serin olan
havayı daha da soğutuyordu. Esirler duvarın kenarına oturmuşlar o kaybolup
görünen ışık parçalarından nasibine ne düşerse onunla ısınmaya çalışıyorlardı.
Dondurucu bir gecenin sessizliğinde dağlarda ateş yakıp ısınmaya çalışan
çobanları hatırlatıyorlardı her biri. Gözler hüzünden buğulu , esaretin derin
ızdırabı yüzlerdeki keder çizgilerinde yer yer kendini gösteriyordu. Birkaçı
zorla tebessüm etmek istiyordu ama iyice dikkat eden bir kişi onların
gözbebeklerinde ızdırap dolu siste Moskof ‘ a duyulan kini ve öfkeyi kolaylıkla
okuyabilirdi. Zoraki gülmeler örtemiyordu yürek acısını , kalp ve gönül yorgunluğunu
, hürriyete hasretle çarpan gönüllerin eninli ağlayışlarını..
İşte bir subay hasret
gözyaşlarını içine akıtan bu esirlerin önünden onların üzerine titrek koyu
gölgesini düşürerek geçiriyordu. Esirlerin bazıları onu gördü bazıları da ani
olarak kesilip görünen güneş ışığındaki değişiklikten dolayı kafalarını
kaldırıp farkına vardılar geçenin . Buna müteakip birden bire aralarında bir
kıpırdanma oldu. Hepsi ayağa kalktı esirlerin . Rus Çarının dayısı Nikolo
Nikoloviç’ti geçen... Bütün esirler ayaktaydı. Zoraki de olsa bir saygı
göstergesi için ayağa kalkmışlardı. Fakat esirlerden biri buğulu gözleriyle
ufukları seyrediyordu. Yüz çizgilerinden derin bir üzüntü içinde olduğu
anlaşılıyordu. Fakat o çizgileri yine bir tevekkül aydınlığı örmüştü ışık ışık bu
nurani çehrede. Kasvetli değildi bakışları. Hüzünlü fakat hicran yüklüydü.
Hilal gibi kavisli biraz gür kaşlar kara geceleri kıskandıracak kadar siyahtı.
Şahin gibi sert fakat bu bakışlar içinde bir şefkat ummanı gizleyen kara gözler , kavisli ve heybetli bir burun ,
ne geniş nede ince olan bir yüz , vakur bir çene onu ilk gören üzerinde sevgi
ve saygı hisleri uyandırıyordu. İhtiyar subayın bütün esirler içinde bu
umursamadan oturan adam dikkatini çekti. Geriye dönüp bir daha geçti esirler
önünden. Fakat büyük bir derdi ruhunda taşıdığı her halinden belli olan esirde hiçbir kımıldanma yoktu. O hâlâ
ufukları seyrediyordu. Belkide ruhundaki idealin âti şafaklarına panoramasını
çiziyordu çileli bakışlarıyla. Esirdeki umursamazlığa şaşıran Nikoloviç tam
onun hizasına gelince durdu ve tercüman vasıtasıyla sordu : “ Niçin ayağa
kalkmıyor , yoksa beni tanımıyor mu? “ esir gayet sakin cevap verdi : “ Hayır
tanıyorum. Ben bir islam alimiyim. Bir müslüman ise kâfirin karşısında hürmet
için ayağa kalkmaz . onun için kalkmadım .” Nikoloviç öfkeden kıpkırmızı
olmuştu. Ve hiddetle yanındakilere emretti : “ Derhal divan-ı harbe verilsin. “
Diğer esirler koşarak bu yiğit kişinin yanına geldiler ve hemen özür dilemezse
bu işin sonunun idam olduğunu söylediler. Hatta
birkaçı yalvardı Nikoloviç ‘ten özür dilemesi için. O ise zalimin zulmüne
korkusuzca eğilmeyeceğini söyledi ve bu özür dileme tekliflerini reddetti. “
Bana ahirete gitmek için pasaport gerekiyordu. Eğer öldürülürsem cana minnet.
İdamım ahirette ki dostlarıma kavuşmak için bir vesilem olur “ dedi. Esirler ne
kadar uğraşsalar da ikna edemediler onu. Havada bir ürpermemi oldu. Güneyden
bir meltem rüzgarımı esti o an . Türk ilinden bir sıcak hasret türküsü mü taşıdı rüzgâr bu perişan ülkenin soğuk ve
kirli iklimine kimbilir.Karşı yamaçlarda ki
ağaçlar bile ürperir gibi titreştirdi dallarını...Esir yerinden kalktı
ve yanındaki arkadaşları ile beraber hazin bir günün hüzünlü iklimine dem tutan
sessizlik içinde koğuşa doğru yürüyüp gözden kayboldu. Fakat giderken içinde
hiçbir korku belirtisi yoktu. Sadece daha da heybet almış çehresinde ayağa
kalkması için yapılan cüretli teklife karşı beliren öfke çizgileri tam
silinmemişti. Fakat bunu tevekkülün tatlı aydınlığı eritip yavaş yavaş yok
ediyordu işte. Koğuşa girdiklerinde, güneş , kanlı gözyaşları akıtır gibi gruba
meyletmişti. Sanki o da üzülüyordu bu olaya. Işıklarıysa aynı hüzne
bulaşmışçasına sisli ve griydi. Yoksa o Rabbani lambada insanlara altın
hüzmelerini serpiştirmemek için yemin mi etmişti nedir?....
Gece
sessiz ve sakin geçti. Teheccüt vaktinde ranzaların arasında seccadesini sermiş
esirin her zamanki iniltili dualarından başka ses yoktu ortalıkta..
Gözlerindeki yaş belkide vuslat sevinciyle dökülen hasret çiğleriydi. Zaten geleceğe gebe bu şafak hasreti taşıyan şebnemler değilmiydi atinin
yasemen gönüllü nesillerini besleyen ve büyüten. Onunla beraber dua eden birkaç
esirde vardı. Onlarda aynı çığlığın rengini düşürmüşlerdi dualarına.. Aynı
acının ritmiyle nota nota örülmüşlerdi serenatlarını....
“ Ya Rab
bizi bu kahir esaretten kurtar “ diyorlardı herbiri . Fakat o
gün dualarının odak noktası çok
sevdikleri bu yiğit kişinin kurtuluşuydu. Onun divan-ı harbte üzüntü veren
cezaya çarptırılmamasıydı tek arzuları.. Bir ara birbirlerine baktılar ve
gözler buğu ve sis kelimeleri ile konuştu o an. Yüzlerindeki aydınlık ise “ Allah’tan
(c.c) ümit kesilmez “ cümlesini
sanki koğuşun loş havasın bir mahya şeklinde sessizce nakşediyordu...
Diğer gün divan-ı harbe
çıkartılan esir bir celsede idama mahkum edildi. “ Yok esarette bir kişinin
böylesine bir cüret göstermesi hukuk kurallarına zıtmış. Yok kim olursa olsun
rütbeli bir askere karşı saygılı olmalıymış “ gibi bahanelerle mahkumiyet
mühürlenip imzalandı . Öbür gün kararın infaz edilmesi kararlaştırıldı. Esir
sanık sandalyesinde alınan karar için sanki seviniyomuş gibiydi. Dudaklarında
tatlı bir tebessüm vardı. Belli ki terhis tezkeresini eline geçiren bir askerin
sevinciydi bu. Hummalı bakışları bir sevinç ışığı ile aydınlanmıştı işte. “ Ah ölüm nerdesin . Ah Resuller Resulune beni
kavuşturacak ilanname , ebed menzilinden Hakk’a ulaştıracak burak , refref
nerdesin “ diyen bir gönlün sevinciydi şimdi bu çehrede okunan. Şeb-i arus
özlemini yıllar yılı yüreğinin en derin köşelerinde taşımış bu dertlinin
yüzünün güldüğünü gören diğer esirler ve Rus subayları şaşkınlıktan donup
kalmışlardı. Fakat arkadaşları onun nasıl bir metafizik gerilime sahip
olduklarını bildiklerinden bu sevince hiç şaşmadılar. Esirler yine onun
etrafını sarıp özür dilemesi için defalarca dil döktüler. Hatta biraz dini
bilgisi olan bir ikisi ikna için bunun bir intihar olduğunu , Ammar bin Yasir’ in başından geçen olayları
hatırlattı ama hiçbiri fayda vermedi . O Rus emperyasına karşı tek başına
çekilmiş bir kılıcı simgeliyordu şimdi. Zirvesine ulaşılmaz bir cesaret
everestini abideleştirmişti bu davranışıyla . Hem de Rus diyarında. ALLAH (c.c)
ve Kitap düşmanlarının tam göbeğinde. “ Cesaret bütün silahlardan üstündür “ kutsi sözünün canlı misali şimdi sanık
sandalyesinde oturuyordu. Askerler onu diğer esirlerin arasından alıp koğuşun
biraz ilerisinde dar bir hücreye hapsettiler. Diğer günün sabahında karar infaz
edilecekti.
O gece bir matem havasında
geçti. Sık sık esen rüzgârın uğultusu gece bülbüllerinin hazin ağlayışlarına dem
tutuyordu. Ara sıra boğuk boğuk öten baykuşlar küfür baykuşlarının boğulmuş
ruhlarının yakın bir zamanda nasıl perişan olacağının işaretini fısıldamaktaydı
rüzgâra. Esir gayet mutluydu. Fakat yüreğinin bir noktası yaralıydı. “ Davam davam “ diye kan sızıyordu bu
yaradan . Ölmek kolaydı ama ya İslam davası. Hakkın sancağını cihanın
burçlarına dikme ideali. Hz. Muhammed (s.a.v)‘in ses ve soluğunu deniz aşırı
ülkelere ulaştırma vazifesi. Yoksa o, bu idealinden kaçan bir korkak mıydı ?
Böylesine çetin ve zor bir ideal yükünün altından , gelecek nesiller için dayanılması gereken
çileli bir ömürden çıkıp ölümün sis ve dumanlı örtüsü ardında kaybolup gitmek
bir kaçış mıydı ? Bir gece boyu düşündü esir. Öfkesini atideki nesillere feda
etmeyi belkide milletinin selameti için af dilemeyi bile geçirdi aklından.
Fakat müslüman türkün ezeli düşmanına karşı böyle bir af dileği onların daha da
iştahlarını kabartan bir hareket olurdu. Zalim ve dinsiz Rus’a bu lezzeti
tattırmayacaktı. Sabah horozlar öterken o kesin kararını vermişti. Ne olursa
olsun kararını değiştirmeyecekti. ALLAH (c.c) bir Said’i alırsa yerine bin Said
getirirdi. O yüce zatın kudretine bu ağır değildi. Hem insanlık için bazen
mertçe bir ölüm binlerce ışık ve nur
tohumuna fiske konduran bahar rüzgarı gibi diriltici olurdu. Sabah serinliği
hücrenin küflü ve kirli duvarlarını üşütürken abasına bürünmüş seccadesinde
ebedi kurtuluşu için dua dua yalvaran abide insanın gözlerinde şimdi vuslat
sevincinin damlaları vardı. Bir ara hücresine yaklaşan ayak sesleri duydu.
Yüreğine tatlı bir kavuşma hazzının ılıklığı bir cemre gibi düşüverdi. Fakat
ayak sesleri yavaş yavaş uzaklaşıp biraz sonrada hiç duyulmaz oldular. Esir bir
fecr-i kazip acılığını hissetti yüreğinde. “ Her halde devriyeye çıkan
askerlerin ayak sesleriydi “ diye geçirdi içinden . Yüreğinden binbir selam
gönderiyordu vatanına , dostlarına, dindaşlarına... “ Acaba arasıra uğultulu bir sesle esen saba rüzgarı şu gurbet ilden
benim selamımı sıladaki dostlarıma ulaştırır mı? “ diye geçirdi içinden.
Belki birkaç saat sonra ölmüş olacaktı. “
Elveda “ diyemeden göçecekti bu diyardan. Helalleşemeden geçecekti ebed
menzillerine...
Bir müddet sonra yine ayak sesleri duydu. Sesler yaklaştı yaklaştı ve
tam kapının önünde durdu. Sonra büyük bir hışımla kapı açıldı. Hatta subay tam
açılması için bir tekme indirmişti kapıya.
Sonra Rusça “ Haydi yürü “ dediler.
Esir onların ne dediklerini anlamamıştı ama niçin geldiklerini biliyordu
askerlerin. Ayağa kalktı ve seccadesini dürdü rutubetli yatağının üzerine
koydu. Sonra subayın elindeki kelepçelere elini uzattı. Soğuk kelepçeler nurani
bileklere geçti. Askerler onu birazda itekleyerek hücreden dışarıya çıkardılar.
Sabahın erken saatinde infazın olacağını bilen esirler hepside dışarıdaydı.
Çoğunun yüzünde üzüntü ifadesi keder çizgileri oluşmuştu. Hele dostları
gözlerinden akan kanlı gözyaşları ile seyrediyorlardı infazı. Birkaç tanesi ona
doğru koşarak “ ne olur af dile şu
zalimden de kurtul “ dediler ..
Rus askerler esirin etrafına toplanan insanları zorla dağıttı. O sadece
bakışlarıyla konuşuyordu şimdi. Kararı kesindi. Zalim Rus’a boyun eğmeyecekti.
Dostlarına sadece bir kelime ile karşılık verdi. “ Elveda “ .
Askerler yerlerini aldılar . Esire son arzusu soruldu. “ İki
rekat namaz “ dedi esir. Serbest bıraktılar onu. Dostlarından biri eski bir
seccadeyi getirdi ve serdi yere. Esir şimdi bir arslanı hatırlatıyordu.
Namazdaki duruşu sonsuzluğa arzu ve iştiyakla yanıp kavrulduğunun en belirgin
ifadesi idi. Namazını fazla uzatmadı. En son ellerini yücelere açıp dua etti.
Kusurlarının, günahlarının bağışlanması için ALLAH (c.c) ‘a yalvardı. “ Sana geliyorum Rabbim “ diye noktalandı
, yakarış. Dostları onun için inleyen bir ney olmuşlardı. Hıçkıra hıçkıra
ağlıyorlardı. Esirlerin hepsinin gözlerinde bir çiğ damlası oluşmuştu. Mahsun
gözler hüzün çizgilerinin en derinini gizliyordu özünde. Rus subayı namaz
bitince tercüman vasıtası ile sordu. “ Niçin
ibadetini uzatmadın? ” Esirin cevabı gayet sert ve netti : “ Ölümden korktu namazını uzattı dersiniz
diye. “ Yeniden ellerini bağladılar. Yaftayı astılar boynuna . Duvar
kenarına götürdüler. Gözlerini bağlamak istediler. “ Hayır! dedi, ben dostlarıma baka baka ölmek istiyorum. “ Esirlerin ağlayışları bir inilti , bir çağıltı ,
bir çığlık senfonisi şeklinde sabahın serin rüzgarlarına karışıp uzaklara
gidiyordu.
Askerler “ Nişan vaziyeti al! “
komutuyla tüfekleri omuzlarına yerleştirip namlularını hedefteki nur abidesine
çevirdiler . Manga subayı elindeki kırbacı kaldırıp tam havaya kaldırıp ateş
emri verecekti ki birden bir ses duyuldu. “ Durun durun ...“ Askeri binadan
koşa koşa gelen bir taraftan “ Durun “ diye bağıran bir kişi Çarın dayısı
Nikolo Nikoloviç’ten başkası değildi. Nikoloviç’in sesini duyan manga subayı
hemen askerlere “Dikkat! “ komutu vererek selama durdu. Nikoloviç infaz yerine
gelince tekrar “ durun “ dedi heyecanla. Sonra duvar kenarında ölüm anını
sabırsızlıkla bekleyen korkusuz , cesaret abidesi zata doğru yaklaştı . “
Fazilet odur ki düşmanlar dahi onu takdir etsin “ ata sözünün bir yansıması
şeklinde şöyle dedi : “ siz dininizin hatırı ve inandığınız değerler için bana
tazimde bulunmadınız. Ben sizin bu asilce hareketinizden dolayı çok duygulandım
. Sizi dava etmekten vazgeçiyorum. Beni affediniz ,efendim !” Esirler arasında
bir sevinç tufanı oluştu. Tatlı tatlı esen rüzgar şimdi bir kurtuluş bestesini
dokuyordu. Sabah güneşi altın ışıklarıyla ufuktan süzerek ağaç dallarında bir
sevincin ışıklı motifini örüyordu. Kuş sesleri “ her matemli gecenin bir huzur yüklü gündüzü vardır “der gibi
şarkılar mırıldanıyordu güne. Herşey sevinçliydi . Hatta rus askerlerinin bile
infazın durdurulmasından mutlu oldukları yüzlerinden okunuyordu. Fakat bir kişi
vardı yeniden ebed illerinden ayrı
düşmüş . Ebed menzilindeki dostlarına kavuşmak için bir fırsatı kaçırmış
olduğunu düşünen biri vardı, yüreği buruk , kalbi firak ateşiyle yanan biri.
Ölüm tezkeresini kader kuşuna bir kez daha kaptırmış ve elinden kaçırmış
biri... “ Esir arslan ! “
Gelecek nesiller o aslanı
cesaret yelelerinden ışık , korkusuz kükreyişinden ümit , yüreğindeki ideal
ateşinden âti meşalesini tutuşturacak kıvılcımlar devşirecekti....
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder