6 Aralık 2014 Cumartesi

Çocuk Öyküleri , Gümüş Gözlü Dev

GUMUS GOZLU DEV

          Develer tellal iken, pireler berber iken, ben dedemin beşiğini tıngır
      mıngır sallarken, yani çok, ama çok eskiden, Kafdağı yamaçlarına kurulu
      bir memleket varmış. Her yanında dereler çağlar, pınarlar ağlarmış o
      memleketin. Zümrüt gibi uzanan kırları, binbir yemişle dolu meyve
      bahçeleri görülmeğe değermiş.  Kral Bilyegöz hüküm sürermiş orada. Doğru
      su garip bir adammış kral. Sarayından çıkıp gez mez, karısı ve biricik
      kızından başka kimseyle konuşmazmış. Sinirli sinirli dolaşır, bilye gibi
      küçük gözlerini sağa sola çevirerek anlaşılmaz söz ler söylermiş. Diken
      üstünde oturuyor gibi rahat sız ve mutsuzmuş. Kimse yüzünün güldüğünü
      görmezmiş. Yüreğinde öylesine büyük bir hastalık varmış ki; onu hiçbir
      hekimin tedavi etmesi mümkün değilmiş.

           Çünkü "altın hastalığı" denilen garip bir derde tutulmuş Kral. Aklı
      fikri daima altınlarda imiş. Zamanlı zamansız kalkar, bodru ma iner,
      hazinelerini kontrol edip, saatlerce orada durur da zamanın nasıl
      geçtiğini farketmezmiş. Kocaman avuçlarına altınlarını doldurur, onları
      çocuğunu sever gibi öpüp okşar, bıkmadan usan madan defalarca sayarmış.  
      Karısı ve kızı onun bu haline çok üzülür, bazı günler'ona: " Siz bu
      ülkenin kralısınız... Her türlü zenginliğe sahip kudretli bir insansınız.
      Altınlara karşı böyle hastalık derecesine varan ilginiz bir felakete sebep
      olabilir. Hiç olmazsa bazı günler sarayın bahçesine inip açık havada
      dolaşın. Bir çiçek cennetini andıran bahçenizde gezerseniz belki gönlünüz
      aydınlanır." derlermiş. Kral Bilyegöz gülüp geçermiş onlara... Sözleri bir
      kulağından girer,öbüründen çıkarmış. Bir sabah erkenden uyanmış. Pencereyi
      açıp dışarı bakmış. Çiçek açmış ağaçların yanında yemyeşil uzanan setlere
      çiğ yağdığını görmüş. Her şey öylesine güzel ve iç açıcıymış ki Kral
      Büyegöz bir lahza altınlarını unutup bahçeye çıkmayı düşünmüş. Karşıdaki
      nar ağacı üzerinde öten bülbül onu hayata çağırıyor gibiymiş. Süratle
      giyinip kapıya yürümüş. Ayakları altında gıcır gıcır sesler çıkaran mermer
      salonları hızla geçmiş. Merdivenleri inip çıkış kapısına yönelmiş. Birden
      yüreğini kaplayan o hain hastalık ses vermiş: "Dur, bahçeye çıkma!
      Çıkacaksan bile altınlarını yanına al..." diyormuş bu ses.

           Bilyegöz bu sesi susturamayacağını anlayınca hemen dönüp hazi
      nelerinin bulunduğu mahzene koşmuş. Kalın ve ağır kapıları bir bir açıp
      altınlarına erişmiş.  Koltuğuna sığabilen, içi mücevher dolu işlemeli bir
      kutuyu kapıp çıkmış. Az sonra güneşin yavaş yavaş ısıtmağa başladığı o
      muhteşem bahçenin içine girmiş. Çiçek tarhlarının, gül fidanlarının, la le
      setlerinin arasında dolaşmağa başlamış. Uzun bir süre gezinmiş. Fakat
      gördüğü bunca güzellik bile ona altınlarını unutturamamış. Bahçenin
      kenarında toprağa oturup mücevher kutusunu açmış. Göz kamaştırıcı bir
      aydınlıkla parıldamış altınlar, inciler... Bilyegöz kıymetli taşlarla
      süslü mavi gerdanlıkları, zümrüt yeşili mercanları ve çil çil altınları
      seviyor, okşuyor, onlarla bir çocuk gibi oynuyormuş. Birden dalıp gittiği
      o garip alemden uyanmış. Hemen arkasında bir çıtırtı duymuş. Korkuyla
      dönüp bakmış. Elbiseleri yamalı, pabuçları eski, boynu bükük bir zavallı
      adam duru yormuş karşısında. Ellerini birbirine kavuşturmuş, çatlak
      dudaklarını büzmüş adam. Yüzünde koca bir çaresizlik, yoksulluk ve
      gariplik okunuyormuş.  Saygıdeğer kralım, diye başlamış söze. Sizinle
      karşılaşmam Allah'ın bir lütfu bana. Yok sulluk içinde kıvranan zavallı
      bir insanım ben. Karım ve çocuklarımın boğazına günlerdir bir lokma ekmek
      girmedi. Bana yardım eder, fazla değil bir altın bağışlarsanız ömür boyu
      duacınız olurum. Ne o!ur boş çevirmeyin beni... Kral Bilyegöz şaşkınlıkla
      bakmış dilenciye. Altın sözünü duyunca mücevher kutusuna sıkıca sarılmış. 
      Hayır! diye bağırmış. Sana hiç bir şey ve remem! Dilenci duyduklarına
      inanmak istemiyormuş:  Lütfen demiş, bir tek altından ne çıkar. O sizin
      ir~in bir kıymet ifade etmez ama beni ve çocuklarımı açlıktan kurtarır.
      Lütfen... Kral Bilyegöz belki her şeyi yapsa bile bu işi yapamaz, hiç
      kimseye bir gram ağırlığında bile olsa altın veremezmiş. İyice
      sinirlenmeye baş lamış. Küçük gözlerine tiksinti ve nefret dolmuş. 
      Defolup git başımdan. Beni rahat bırak, altınlarıma göz dikme. Bir tane
      bile olsun ver mem. Anladın mı pis dilenci! diye haykırmış. Zavallı
      dilenci ümitlerini yitirivermiş. Anlamış ki bu cimri kral asla kendisine
      yardım etmeyecek. Yüreği acıyla sızlamış, gözlerinden bir kaç damla yaş
      yuvarlanmış yere. Gönlünün derinliklerinden kopup gelen bir sesle garip
      bir dua etmiş.Daha doğrusu bir beddua...
        İnşaallah tuttuğunuz herşey altın olur kralım! Neye elinizi uzatırsanız
      altın olsun... demiş. Sonra da ardına dönüp, aksıyan adımlarla çekip
      gitmiş. Kral Bilyegöz dilencinin sözleri karşısında bir an şaşkınlığa
      uğramış. Sonra gülüp geçerek "pis adamlar" diye mırıldanmış. "Bütün işleri
      dilencilik... Çalışıp kazanmayı hiç düşünmez bunlar..." Kralın düşünceleri
      doğru değilmiş. Yeryüzünde nice fakir ve yoksul insan varmış.
      Çalışamayacak durumda olan, hasta, sakat ve hakikaten çaresiz nice insan.
      Aslında zenginler onlara yardım ellerini uzatmalı, kardeşce, insanca
      yaşamanın çarelerini aramalı imişler.

           Mücevher kutusunu kucaklayıp ayağa kalkmış kral. Geldiği yöne doğru
      ilerlemiş. Birden gözüne ilişen kıpkırmızı bir gül görmüş. Onu kopararak,
      biricik kızına götürmek istemiş. Uzanıp almış. O da ne? Dalından koparılan
      gül bir lahza da som altın haline gelivermemiş mi?! Yaprağı, dikenleri,
      sapı som altın bir ğül.. Kral Bilyegöz'ün gözleri şaşkınlıkla büyümüş.
      İkinci bir güle uzan mış; yine aynı şey oluvermiş, o da altın haline
      dönüşmüş. Sevinmiş Bilyegöz. Sınırsız bir coşkuya kapılmış.  Yaşasınl diye
      haykırmış. Her tuttuğum altın oluyor artık... Heyecanla koşmuş sarayına.
      Hizmetçilerden bir bardak su istemiş. Getirmişler. Bilyegöz bar dağı eline
      aldığında onun da altın haline geldiğini görmüş. Artık elini neye uzatsa;
      bardak, çatal, kaşık, havlu, sabun hatta ekmek, herşey altın oluyor, bir
      anda külçeleşiyormuş. Bilyegö'zün sevinci azalmaya başlamış. İçi ne kıpır
      kıpır bir huzursuzluk dolmuş. Tahtına ku rulu _~düşünürken biricik kızı
      içeri girmiş. Qnu görünce olanları unutup kızına doğru yürümüş.  Gel
      bakalım küçük kraliçem, babana sarıl şöyle, demiş. Kollarını uzatmış,
      kızının omuzlarından tut muş. İşte asıl korkunç felaket o zaman görülmüş.
      Eli değer değmez sevgili kızı, altın bir heykel hali ne dönüşmüş. Altın
      bir heykel, cansız, kaskatı ve soğuk... Kral Bilyegöz beyninden vurulmuşa
      dönmüş. Şaşkın .gözlerle çevresine bakıyormuş. Hizmetçiler de neye
      uğradıklarını bilememişler, birer kö şeye saklanıp beklemişler.

           Artık kimse yaklaşamıyormuş krala. Korkunç felaketler yağdırıyormuş
      çevresine. Neye dokunsa altın oluyormuş. Karısı ise ağlayıp duruyor:  Bu
      felaket senin o uğursuz altın hasta lığın yüzünden geldi başımıza...
      Kızımı yokettin.,. diye feryat ediyormuş. Kral Bilyegöz perişan olmuş,
      bütün dünyası kararmış. Artık altınlarını hiç sevmiyormuş. Onların sarı,
      pırıltılar saçan soğuk görünümlerine düşman olmuş. Elini bir yere
      sürmekten korkuyor, deli gibi dolanıp duruyormuş. Ülke halkı olanları
      duymuş. Çaresiz ve yok sul insanlar gizlice seviniyor, "O bunu hak
      etmişti" diyorlarmış. Bilyegöz yaptıklarına pişman olmuş. Gece sabahlara
      kadar uyumuyor, bu korkunç felaketten kurtulmak için yüce Allah'a dualar
      ediyormuş. Artık kendini bir tek kuruşu bile olmayan zavallı fakirlerden
      bile güçsüz, perişan ve yoksul kabul ediyormuş. Elini sürdüğü her şeyin
      kaskatı altın kesildiği bir dünyada yaşamaktansa, ölüp gitmek daha
      iyiymiş.

       Düşünüp taşınmış. Ülkesindeki bilginleri sarayına çağırıp onlarla
      konuşmuş. Bu işe bir çare bulmalarını istemiş. Sonunda yaşlı bir bilgin
      sözü almış:  Bu, demiş, sizin altın hastalığınıza verilmiş ilahi bir
      cezadır. Artık samimi bir gönülle günahınıza tövbe edip, Allah'dan af
      dileyip, bundan sonra çok cömert bir insan olacağınıza söz vermeniz
      gerekir. Eğer bunu yapar, sözünüzde durursanız, kurtulusunuz.  Şimdi
      ülkemizin yüce dağlarından doğup sarayınızın yakınından geçen "Huzur
      Nehri"ne gidiniz. O suya girip abdest alınız. Yüreğinizdeki kötülükleri
      yıkayınız. Belki o zaman eski durumunuza dönersiniz. Kızınız da yeniden
      dirilebilir, demiş. Kral son bir çare diye, hemen "Huzur Nehri"ne koşmuş.
      Yaşlı bilginin tarif ettiği gibi ab dest alıp yıkanmış. Sonra ellerini
      açıp Allah'a, kendisini affetmesi için dua etmiş. Duası bittikten sonra
      yakınında bulunan bir ağacın dalını tutmuş. Tuttuğu dalın altın haline
      gelmediğini görünce, sevincinden kendini tutamayıp "Yaşasın, yaşasın,
      kurtuldum artık" diye haykırmağa başlamış. İyice emin olmak için, elini
      başka şeylere uzatmış. Gerçekten artık hiç biri altın ol muyormuş. Yüreği
      aydınlanmış Bilyegöz'ün. Öm ründe böyle bir sevinç duymadığını düşünmüş.
      Hemen sarayına koşup karısına müjde vermek istemiş. Tam içeri girecekken
      bir de bakmış ki sevgili kızı dirilmiş, kendisini bekliyor. Koşarak
      sarılmış ona. Sevinçten ağlıyormuş artık... 

           Allah'ım, Allah'ım, diye mırıldanmış. Sana ve milletime karşı olan
      görevimde kusur göstermeyeceğim. Beni o korkunç altın hastalığından
      kurtardığın için sana ne kadar şükretsem azdır...  demiş. Sonra bahçede
      kendisinden bir altın isteyen yoksulu ve ülkenin diğer fakirlerini
      toplayarak, onlara nice mallar, altınlar ve hediyeler dağıtmış. Karısı ve
      kızı seviniyor, ülkenin tüm insanları bayram ediyorlarmış. Her şey daha

      bir güzelmiş şimdi. .

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder