GUMUS GOZLU DEV
Develer tellal iken, pireler berber
iken, ben dedemin beşiğini tıngır
mıngır sallarken, yani çok, ama çok
eskiden, Kafdağı yamaçlarına kurulu
bir memleket varmış. Her yanında dereler
çağlar, pınarlar ağlarmış o
memleketin. Zümrüt gibi uzanan kırları,
binbir yemişle dolu meyve
bahçeleri görülmeğe değermiş. Kral Bilyegöz hüküm sürermiş orada. Doğru
su garip bir adammış kral. Sarayından
çıkıp gez mez, karısı ve biricik
kızından başka kimseyle konuşmazmış.
Sinirli sinirli dolaşır, bilye gibi
küçük gözlerini sağa sola çevirerek
anlaşılmaz söz ler söylermiş. Diken
üstünde oturuyor gibi rahat sız ve
mutsuzmuş. Kimse yüzünün güldüğünü
görmezmiş. Yüreğinde öylesine büyük bir
hastalık varmış ki; onu hiçbir
hekimin tedavi etmesi mümkün değilmiş.
Çünkü "altın hastalığı"
denilen garip bir derde tutulmuş Kral. Aklı
fikri daima altınlarda imiş. Zamanlı
zamansız kalkar, bodru ma iner,
hazinelerini kontrol edip, saatlerce
orada durur da zamanın nasıl
geçtiğini farketmezmiş. Kocaman
avuçlarına altınlarını doldurur, onları
çocuğunu sever gibi öpüp okşar, bıkmadan
usan madan defalarca sayarmış.
Karısı ve kızı onun bu haline çok üzülür,
bazı günler'ona: " Siz bu
ülkenin kralısınız... Her türlü
zenginliğe sahip kudretli bir insansınız.
Altınlara karşı böyle hastalık derecesine
varan ilginiz bir felakete sebep
olabilir. Hiç olmazsa bazı günler sarayın
bahçesine inip açık havada
dolaşın. Bir çiçek cennetini andıran
bahçenizde gezerseniz belki gönlünüz
aydınlanır." derlermiş. Kral
Bilyegöz gülüp geçermiş onlara... Sözleri bir
kulağından girer,öbüründen çıkarmış. Bir
sabah erkenden uyanmış. Pencereyi
açıp dışarı bakmış. Çiçek açmış ağaçların
yanında yemyeşil uzanan setlere
çiğ yağdığını görmüş. Her şey öylesine
güzel ve iç açıcıymış ki Kral
Büyegöz bir lahza altınlarını unutup
bahçeye çıkmayı düşünmüş. Karşıdaki
nar ağacı üzerinde öten bülbül onu hayata
çağırıyor gibiymiş. Süratle
giyinip kapıya yürümüş. Ayakları altında
gıcır gıcır sesler çıkaran mermer
salonları hızla geçmiş. Merdivenleri inip
çıkış kapısına yönelmiş. Birden
yüreğini kaplayan o hain hastalık ses
vermiş: "Dur, bahçeye çıkma!
Çıkacaksan bile altınlarını yanına
al..." diyormuş bu ses.
Bilyegöz bu sesi susturamayacağını
anlayınca hemen dönüp hazi
nelerinin bulunduğu mahzene koşmuş. Kalın
ve ağır kapıları bir bir açıp
altınlarına erişmiş. Koltuğuna sığabilen, içi mücevher dolu
işlemeli bir
kutuyu kapıp çıkmış. Az sonra güneşin
yavaş yavaş ısıtmağa başladığı o
muhteşem bahçenin içine girmiş. Çiçek
tarhlarının, gül fidanlarının, la le
setlerinin arasında dolaşmağa başlamış.
Uzun bir süre gezinmiş. Fakat
gördüğü bunca güzellik bile ona
altınlarını unutturamamış. Bahçenin
kenarında toprağa oturup mücevher
kutusunu açmış. Göz kamaştırıcı bir
aydınlıkla parıldamış altınlar, inciler...
Bilyegöz kıymetli taşlarla
süslü mavi gerdanlıkları, zümrüt yeşili
mercanları ve çil çil altınları
seviyor, okşuyor, onlarla bir çocuk gibi
oynuyormuş. Birden dalıp gittiği
o garip alemden uyanmış. Hemen arkasında
bir çıtırtı duymuş. Korkuyla
dönüp bakmış. Elbiseleri yamalı,
pabuçları eski, boynu bükük bir zavallı
adam duru yormuş karşısında. Ellerini
birbirine kavuşturmuş, çatlak
dudaklarını büzmüş adam. Yüzünde koca bir
çaresizlik, yoksulluk ve
gariplik okunuyormuş. Saygıdeğer kralım, diye başlamış söze.
Sizinle
karşılaşmam Allah'ın bir lütfu bana. Yok
sulluk içinde kıvranan zavallı
bir insanım ben. Karım ve çocuklarımın
boğazına günlerdir bir lokma ekmek
girmedi. Bana yardım eder, fazla değil
bir altın bağışlarsanız ömür boyu
duacınız olurum. Ne o!ur boş çevirmeyin
beni... Kral Bilyegöz şaşkınlıkla
bakmış dilenciye. Altın sözünü duyunca
mücevher kutusuna sıkıca sarılmış.
Hayır! diye bağırmış. Sana hiç bir şey ve
remem! Dilenci duyduklarına
inanmak istemiyormuş: Lütfen demiş, bir tek altından ne çıkar. O
sizin
ir~in bir kıymet ifade etmez ama beni ve
çocuklarımı açlıktan kurtarır.
Lütfen... Kral Bilyegöz belki her şeyi
yapsa bile bu işi yapamaz, hiç
kimseye bir gram ağırlığında bile olsa
altın veremezmiş. İyice
sinirlenmeye baş lamış. Küçük gözlerine
tiksinti ve nefret dolmuş.
Defolup git başımdan. Beni rahat bırak,
altınlarıma göz dikme. Bir tane
bile olsun ver mem. Anladın mı pis
dilenci! diye haykırmış. Zavallı
dilenci ümitlerini yitirivermiş. Anlamış
ki bu cimri kral asla kendisine
yardım etmeyecek. Yüreği acıyla sızlamış,
gözlerinden bir kaç damla yaş
yuvarlanmış yere. Gönlünün derinliklerinden
kopup gelen bir sesle garip
bir dua etmiş.Daha doğrusu bir beddua...
İnşaallah tuttuğunuz herşey altın olur
kralım! Neye elinizi uzatırsanız
altın olsun... demiş. Sonra da ardına
dönüp, aksıyan adımlarla çekip
gitmiş. Kral Bilyegöz dilencinin sözleri
karşısında bir an şaşkınlığa
uğramış. Sonra gülüp geçerek "pis
adamlar" diye mırıldanmış. "Bütün işleri
dilencilik... Çalışıp kazanmayı hiç
düşünmez bunlar..." Kralın düşünceleri
doğru değilmiş. Yeryüzünde nice fakir ve
yoksul insan varmış.
Çalışamayacak durumda olan, hasta, sakat
ve hakikaten çaresiz nice insan.
Aslında zenginler onlara yardım ellerini
uzatmalı, kardeşce, insanca
yaşamanın çarelerini aramalı imişler.
Mücevher kutusunu kucaklayıp ayağa kalkmış
kral. Geldiği yöne doğru
ilerlemiş. Birden gözüne ilişen
kıpkırmızı bir gül görmüş. Onu kopararak,
biricik kızına götürmek istemiş. Uzanıp
almış. O da ne? Dalından koparılan
gül bir lahza da som altın haline
gelivermemiş mi?! Yaprağı, dikenleri,
sapı som altın bir ğül.. Kral Bilyegöz'ün
gözleri şaşkınlıkla büyümüş.
İkinci bir güle uzan mış; yine aynı şey
oluvermiş, o da altın haline
dönüşmüş. Sevinmiş Bilyegöz. Sınırsız bir
coşkuya kapılmış. Yaşasınl diye
haykırmış. Her tuttuğum altın oluyor
artık... Heyecanla koşmuş sarayına.
Hizmetçilerden bir bardak su istemiş.
Getirmişler. Bilyegöz bar dağı eline
aldığında onun da altın haline geldiğini
görmüş. Artık elini neye uzatsa;
bardak, çatal, kaşık, havlu, sabun hatta
ekmek, herşey altın oluyor, bir
anda külçeleşiyormuş. Bilyegö'zün sevinci
azalmaya başlamış. İçi ne kıpır
kıpır bir huzursuzluk dolmuş. Tahtına ku
rulu _~düşünürken biricik kızı
içeri girmiş. Qnu görünce olanları unutup
kızına doğru yürümüş. Gel
bakalım küçük kraliçem, babana sarıl
şöyle, demiş. Kollarını uzatmış,
kızının omuzlarından tut muş. İşte asıl
korkunç felaket o zaman görülmüş.
Eli değer değmez sevgili kızı, altın bir
heykel hali ne dönüşmüş. Altın
bir heykel, cansız, kaskatı ve soğuk...
Kral Bilyegöz beyninden vurulmuşa
dönmüş. Şaşkın .gözlerle çevresine
bakıyormuş. Hizmetçiler de neye
uğradıklarını bilememişler, birer kö şeye
saklanıp beklemişler.
Artık kimse yaklaşamıyormuş krala.
Korkunç felaketler yağdırıyormuş
çevresine. Neye dokunsa altın oluyormuş.
Karısı ise ağlayıp duruyor: Bu
felaket senin o uğursuz altın hasta lığın
yüzünden geldi başımıza...
Kızımı yokettin.,. diye feryat ediyormuş.
Kral Bilyegöz perişan olmuş,
bütün dünyası kararmış. Artık altınlarını
hiç sevmiyormuş. Onların sarı,
pırıltılar saçan soğuk görünümlerine
düşman olmuş. Elini bir yere
sürmekten korkuyor, deli gibi dolanıp
duruyormuş. Ülke halkı olanları
duymuş. Çaresiz ve yok sul insanlar
gizlice seviniyor, "O bunu hak
etmişti" diyorlarmış. Bilyegöz
yaptıklarına pişman olmuş. Gece sabahlara
kadar uyumuyor, bu korkunç felaketten
kurtulmak için yüce Allah'a dualar
ediyormuş. Artık kendini bir tek kuruşu
bile olmayan zavallı fakirlerden
bile güçsüz, perişan ve yoksul kabul
ediyormuş. Elini sürdüğü her şeyin
kaskatı altın kesildiği bir dünyada
yaşamaktansa, ölüp gitmek daha
iyiymiş.
Düşünüp taşınmış. Ülkesindeki bilginleri
sarayına çağırıp onlarla
konuşmuş. Bu işe bir çare bulmalarını
istemiş. Sonunda yaşlı bir bilgin
sözü almış: Bu, demiş, sizin altın hastalığınıza verilmiş
ilahi bir
cezadır. Artık samimi bir gönülle
günahınıza tövbe edip, Allah'dan af
dileyip, bundan sonra çok cömert bir
insan olacağınıza söz vermeniz
gerekir. Eğer bunu yapar, sözünüzde
durursanız, kurtulusunuz. Şimdi
ülkemizin yüce dağlarından doğup
sarayınızın yakınından geçen "Huzur
Nehri"ne gidiniz. O suya girip
abdest alınız. Yüreğinizdeki kötülükleri
yıkayınız. Belki o zaman eski durumunuza
dönersiniz. Kızınız da yeniden
dirilebilir, demiş. Kral son bir çare
diye, hemen "Huzur Nehri"ne koşmuş.
Yaşlı bilginin tarif ettiği gibi ab dest
alıp yıkanmış. Sonra ellerini
açıp Allah'a, kendisini affetmesi için
dua etmiş. Duası bittikten sonra
yakınında bulunan bir ağacın dalını
tutmuş. Tuttuğu dalın altın haline
gelmediğini görünce, sevincinden kendini
tutamayıp "Yaşasın, yaşasın,
kurtuldum artık" diye haykırmağa
başlamış. İyice emin olmak için, elini
başka şeylere uzatmış. Gerçekten artık
hiç biri altın ol muyormuş. Yüreği
aydınlanmış Bilyegöz'ün. Öm ründe böyle
bir sevinç duymadığını düşünmüş.
Hemen sarayına koşup karısına müjde
vermek istemiş. Tam içeri girecekken
bir de bakmış ki sevgili kızı dirilmiş,
kendisini bekliyor. Koşarak
sarılmış ona. Sevinçten ağlıyormuş
artık...
Allah'ım, Allah'ım, diye
mırıldanmış. Sana ve milletime karşı olan
görevimde kusur göstermeyeceğim. Beni o
korkunç altın hastalığından
kurtardığın için sana ne kadar şükretsem
azdır... demiş. Sonra bahçede
kendisinden bir altın isteyen yoksulu ve
ülkenin diğer fakirlerini
toplayarak, onlara nice mallar, altınlar
ve hediyeler dağıtmış. Karısı ve
kızı seviniyor, ülkenin tüm insanları
bayram ediyorlarmış. Her şey daha
bir güzelmiş şimdi. .
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder